Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi: Yolun Neresindeyiz?


Türkistan - TürkeliTarihsel Gelişim

Azerbaycan’a bağlı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nde 2–3 Ekim 2009’da yapılan  9. Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi,  1992’de Ankara’da başlayan toplantıların dokuzuncusu olarak tarihe geçti. 1990’ların başında büyük bir heyecanla başlayan ve bağımsız Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkileri en üst düzey platformlarda masaya yatırmayı amaçlayan bu zirveler, Orta Asya ve Kafkasya’nın Rus egemenliğine razı olmak zorunda kaldığı 19. yüzyıldan beri geniş bir coğrafyada yaşayan Türk kökenli unsurların özlem ve hasretini yansıtıyordu. Nitekim Ekim 1992’deki ilk buluşmaya Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Özbekistan en üst düzey olan devlet başkanları nezdinde katılım gösterdi. Bu dönemde Türk Birliği yolunda her imkanın ve ortamın artık mevcut olduğu yönünde senaryolar yazılıp çizilmeye başlandı ve büyük bir coşku havası bu ülkelerin hemen hemen tamamında hissedilmeye başlandı.

1992’deki ilk toplantı, Sovyet sonrası elde edilen bağımsızlığın ardından bütün taraflarda yaşanan şaşkınlık benzeri bir ruh halinin etkisiyle ve yeni bağımsız ülkelerin alternatif arayışlar içine girmeye çalışmasının bir sonucu olarak daha ziyade ortak kültürlerin yeniden tanıştırılması amacına hizmet edebilmiştir. Buna rağmen, ilk zirvelerden Nisan 2000’de yapılan 6. Devlet Başkanları zirvesine kadarki toplantılarda en üst düzey katılım sağlanmış olmakla birlikte somut ve organizasyonel bir gelişim trendi yakalanamamıştır. Üstelik zirvelerin adı ve amacıyla uyumsuzluğun bir göstergesi olarak sonuç bildirilerinin Türkçe ve Rusça olmak üzere iki dilde hazırlanmış olması bu konudaki kafa karışıklığının ne denli büyük olduğunu ortaya koymuştur. Bazı zirvelerin BDT toplantılarıyla çakışması nedeniyle ertelenmesi, ya da zirvelerin yapıldığı dönemde ev sahibi ülkenin kendi milli motifleri etrafında kutlamalar yapması yüzünden sönük geçmesi de bu konuda niyetlerin sorgulanması gerektiğini gün yüzüne çıkarmıştır. Bunun yanında İstanbul’da yapılan 2. Zirvenin sonuç bildirisinde, bu toplantının üçüncü bir ülkeye karşı olmadığının vurgulanması, zaten BDT toplantısı nedeniyle ertelenmiş olan zirvenin Rusya’yı ürkütmeme endişesi taşıdığını kanıtlamıştır.

Bakü’de yapılan 6. Zirvede Türkiye, Kazakistan ve Kırgızistan dışında devlet başkanları nezdinde katılımın gerçekleşmemesi, zaten olabildiğince temkinli yapılan ve sadece TÜRKSOY’un kurulması gibi sınırlı gelişmelerin yaşandığı önceki zirve toplantılarının sonuçları ile ilgili önemli ipuçları vermiştir. Özellikle Nisan 2001’de İstanbul’da gerçekleşen ve Özbekistan-Türkiye soğukluğunun netleşmesinin açık bir simgesi olarak bu ülkenin yine devlet başkanı nezdinde katılım göstermediği 7. Zirve’nin ardından, önceki dönemde en geç iki yılda bir yapılan toplantıların Kasım 2006’ya kadar 5 yılı aşkın bir süre yapılamaması Türk Zirvesi fikrinin nadasa bırakıldığı yorumlarının yapılmasına açık bir gerekçe oluşturmuştur.

Beş yıl aradan sonra 2006’da Antalya’da 8. Zirvede toplanan liderler arasında yine Özbek ve Türkmen liderler yer almadı. Türkmenler büyükelçi düzeyinde bir katılımla yetinirken Özbekistan hiç katılmama yönünde tercihte bulundu. Ekim 2009 başlarında Nahçıvan’daki son zirvede de Özbekistan hiçbir düzeyde yer almamış, Türkmenistan ise temsilcilik düzeyini devlet başkan yardımcısı Saparaliyev’i göndererek yükseltmiştir. Bu son zirvenin Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasının yarattığı kaygıları gizlemeyen Azerbaycan’a bağlı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nde gerçekleşmiş olması, gündemin büyük kısmının bu tartışmalara ayrılmasına neden olmuştur.

Nahçıvan Zirvesi Önemli mi?

Nahçıvan toplantısının en önemli sonucu, katılımcı devletler arasında iş birliğinin kurumsallaşmasını öngören Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin kurulmasına dair Nahçıvan Anlaşması’nın imzalanmasıdır. Bu anlaşma uyarınca, Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Konseyi, Türk Dili Konuşan Ülkeler Dışişleri Bakanları Konseyi, Kıdemli Memurlar Komitesi, Aksakallar Heyeti ve merkezi İstanbul’da bulunacak sekretaryadan oluşan düzenli bir danışma mekanizmasının oluşturulması öngörülmüştür. Bu eksende 1992’den itibaren yapılan ve dilek/temennilerden öte ciddi bir kurumsallaşmaya dönük adım atılamayan zirvelerden somut bir kararın çıkabileceği görülmüştür. Kurumsal yapının oluşturulması düşüncesinin, ancak Türkiye’nin yapacağı yoğun çabalar öncülüğünde hayata geçmesinin mümkün olabileceğinin bu noktada altı çizilmelidir. Çünkü Sovyet sonrası bu coğrafyada adeta bir işbirliği enflasyonu olgusu ortaya çıkmıştır ve binlerce anlaşma ve protokol genellikle sadece temennilerin kaleme alınmış versiyonunu oluşturmuştur. Bu bağlamda ömrü 7 yıla yaklaşmış olan Ak Parti iktidarında bu tür bir kurumsal atağın ancak yedinci yılın sonunda yapılabilmiş olmasının aslında Türk Dünyası ve birlik düşüncelerinin iktidar partisi organları tarafından yeterince içselleştirilemediği anlamına geldiği şeklinde değerlendirilebilir.

Ekim 2009 içerisinde Ermenistan’la ortak protokolün imzalanması sonrası yakalanan olumlu hava, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin zaman zaman krize dönüşme riskini artırmıştır. Bir yıl önce kurulması planlanan Türk Parlamenterler Asamblesi’nin sekreteryanın oluşturulamaması nedeniyle henüz hayata geçirilemediği düşünülürse, Türk Konseyi oluşturmaya yönelik anlaşmanın hayata geçmesinin taşıdığı aciliyet daha iyi anlaşılabilir. Olası Türk Konseyi projesi, üye devletlerin ortak hareket edebilme yetenekleri geliştirmesine paralel olarak bir anlam ifade edebilir. Bu bağlamda Nahçıvan zirvesinin önemi, kuşkusuz sonuçlarının işlevselliği ile birlikte ortaya çıkacaktır.

Zirvelerde Temel Problemler

Türk dünyasında yeni bağımsız beş cumhuriyetin ortaya çıkmasının üzerinden geçen on sekiz yıl içerisinde çoğu masa üstünde kalan pek çok bildirinin açıklanmasıyla sona eren 9 zirvede ortaya çıkan gariplikler şöyle özetlenebilir: Öncelikle ortak alfabenin geliştirilmesi gibi ilk zirveden beri hedeflenen amaçlar hayata geçememiştir. Hatta Ekim 2009 sonlarında Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri ile yaptığı ilk stratejik ortaklık anlaşmasını imzalamak için Türkiye’yi ziyaret eden Kazak devlet başkanının TBMM’yi ziyaretinde yaptığı konuşmayı, tercüman aracılığıyla anlamaya çalışan milletvekillerinin nasıl bir dil birliği düşüncesine sahip oldukları ciddi bir tartışma konusudur. Türk dünyasında birlikte hareket etme düşüncesinin ilk fikir mimarlarından olan Gaspıralı’nın 19. yy sonlarında taşıdığı temel ilkelerin (dilde, fikirde, işte birlik) birincisinin aradan geçen onca zamana rağmen hayata geçememiş olması da Türk birliği tartışmaları açısından oldukça düşündürücüdür.

Gerçekten, ortak bir anlaşma dili geliştiremedikten sonra hangi birlikten söz edileceğinin bir anlamı bulunmamaktadır. Türk Konseyi’nin sürekli ve en üst düzeyde katılım sağlayarak etkin destekçileri sayılabilen Kırgız ve Kazak topraklarında kullanılan alfabe bile büyük ölçüde Krilceden esinlenerek oluşturulmuştur. Günümüzde Türk dünyası konularında kafa yoran aydınların bile ne kadarının Kazak ve Kırgız lehçelerini anlayabildiği kuşkuludur. Halen birbirleriyle ortak anlaşma dili olarak Rusçayı kullanan bir liderler topluluğu ne kadar ortak kültür birliği oluşturabilir? Hepsinden önemlisi, Gaspıralı’nın üçüncü ilkesinin (işte birlik) en önemli somut adımlarından biri olabilecek ortak enerji projeleri bu eksenden nasıl hayata geçebilir? Daha da ilginci Türkiye’nin en fazla etkinlik ve nüfuz alanı oluşturduğu sanılan Azerbaycan’daki alfabe bile Latinceden türetilmiş olmasına rağmen, iki ülke arasında uyumlu bir alfabe oluşturulamadığı görülmüştür.

Aslında fiili durum göz önünde bulundurulduğunda, şimdiye kadar gerçekleşen zirveleri, ortak politikalar üretmek bir yana genellikle bir kültür forumu olmaktan öte bir anlam taşımayan toplantılar olarak yorumlamak belki de daha akılcı olacaktır. Son zamanlarda kendi iç sorunlarını çözmekte daha cesur adımlar atabileceğini öğrenen Türkiye’nin, bağımsızlıklarının üzerinden yirmi yıla yakın bir süre geçmiş Türk devletlerine uzaktan akraba ziyareti yapar gibi yasak savmak kabilinden bir yaklaşım sergileme kolaycılığından kurtulması gereklidir. Orta Doğu, Balkanlar, Avrupa Birliği ve ABD ile ilişkilerin geliştirilmesi ihmal edilemeyecek alanlar olarak diplomasimizin öncelikleri haline gelmiş olabilir. Bu gerçeğin olanca çıplaklığı, Kafkasya ve Orta Asya olmaksızın denklemin asla tamamlanamayacağı hakikatini örtemez.

Sovyetler Birliği döneminde yapay bir şekilde oluşturulmuş ve sınırların da yapay olarak çizildiği bir Türk Dünyası aslında daha fazla samimiyet beklemektedir. Bunun için Erdoğan-Berlusconi arasında aile dostu tanımlamasına girebilecek derecede geliştirilmiş bir yakınlık, Gül ve Türk Cumhuriyetleri liderleri arasında da tesis edilmelidir. Özellikle hem kendi komşularına karşı mesafeli davranan hem uzunca bir zamandır Türkiye ile bilinçli mesafeli bir tutum sergileyen Özbek lideri Kerimov ve tümüyle Özbekistan’ın aktif olarak denkleme dahil edilemediği bir Türk Birliği büyük oranda eksik kalacaktır. Aynı şekilde Cumhurbaşkanı Gül’ün yakın gelecekte Özbekistan’ı sık aralıklarla ziyaret etmesi bu zirvelerin eksik kalmasını büyük ölçüde ortadan kaldırarak iki ülke arasında buzların erimesine katkı sağlayabilir.

Bütün bu değerlendirmeler ekseninde atılacak etkin adımlarla Türk Konseyi’nin daha fazla anlam ifade edebileceği düşünülebilir. Aksi halde Sovyet döneminden kalma toplantı yapma ve masadan ayrıldıktan sonra her şeyin eskisi gibi devam ettiği bir zirve ve toplantı geleneğine zaten Türk Dünyası liderlerinin fazlasıyla aşikar olduğu bilinen bir gerçek olarak kalmaya devam edecektir.

Doç. Dr. Mehmet DİKKAYA

İletişim için: www.mehmetdikkaya.org

Yorum bırakın