Türkistan’da Dönüşüm


Türkistan (Orta Asya) coğrafi olarak denizlere en uzak olan bölgelerden biridir. Hazar Denizi, Aral ve Balkaş Gölleri ve Amu Derya, Siri Derya ve Hari Nehirleri gibi zengin su kaynaklarına sahip olsa da, okyanusa çıkışının olmaması deniz ticaretinin gelişmesine engel olmuştur. Yüksek düzlükler ve geniş steplerin hâkim olduğu bölgede tarıma elverişli arazilerin azlığı, halkı geçimini hayvancılıktan kazanmaya itmiştir. MÖ 7. Yüzyıl’da Hint-Avrupa kavimlerinin bölgeye göç etmesiyle başlayan Orta Asya tarihi, İran, Moğol ve Türk devletlerinin kurulmasıyla ve steplerde göçmen yaşam geleneğiyle devam eder.

8. Yüzyılda Arapların bölgeye gelmesiyle, İslam diniyle tanışan Orta Asya toplumları, 14. Ve 15. yüzyıllarda yerleşik bir devlet yapısı kurmanın gereğini hissederler. Bunun iki ana nedeni vardır: Deniz ticaretinin gelişmesiyle tarihi İpek Yolu’nun önemini kaybetmesi ve ateşli silahların savaşlarda kullanmaya başlanması ile silah üretimi için yerleşik yapıya ihtiyaç duyulması.

16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Rusya ve Çin arasında yaşanan egemenlik mücadelesinde, 19. yüzyıldan itibaren Çin’in yerini İngiltere almıştır. Kuzey steplerinden güneye ilerlemek isteyen Rusya’ya karşı, Hindistan üzerinden kuzeye ilerleme amacındaki İngiltere arasındaki nüfuz savaşına “Büyük Oyun” denilmiştir. 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra ise Orta Asya devletleri, Sovyetler Birliği’ne bağlanır ve 1991’de SSCB’nin dağılmasına kadarki süreçte, Sovyet egemenliği altında yaşamışlardır. 1991’de bağımsızlıklarını ilan ederek, uluslar arası sisteme karışan devletler, ekonomik ve siyasi alanda reformlar yaparak, yeni düzene ayak uydurmak ve Rusya’nın nüfuzundan kurtulmak istemişlerdir. SSCB döneminde uygulanan baskı politikaları incelendikten sonra, siyasal ve ekonomik alandaki dönüşüm sorunlarına, ardından da kimlik ve aidiyet problemlerine değinilecektir.

SSCB (Sosyalist Sovyetler Cumhuriyetler Birliği): Baskı Dönemi

Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri, bağımsız olduklarında aidiyet hissetmedikleri toplumsal ve siyasal kimlikler temelinde bağımsız oldular. SSCB döneminde, dil ve tarih üzerinden Türk toplulukları arasındaki farklılar arttırıldı ve Rus kültürünün empoze edilmesiyle Türk kültürü tahrip edilmeye çalışıldı. Cumhuriyetler arasında bütünlük olmamakla birlikte, aynı merkezi idareye bağlı olmaktan kaynaklanan bir beraberlik söz konusuydu. Bu da bağımsızlık sonrasında, ulus bilincini yaratarak halkı bir arada tutma sorununu beraberinde getirdi.(1)

SSCB döneminde, Marksist ideolojinin uygulandığı ve sınıfsız toplum yaratma amacını taşıyan politikalar uygulanmıştır. Sovyet üst kimliğinin kabul ettirilmesiyle, milli kimliklerin arka plana itilmesi, sınıfsız toplum politikasının en temel unsurudur. (2) Milli ve etnik kimliklerin öne çıkmasını engellemenin bir diğer sebebi ise, toplumların ortak değerler altında birleşmelerini ve merkeze muhalif hareketlenmelerin ortaya çıkmasını engellemekti.

Sovyetleştirme amacına hizmet eden politikalar şunlardır:

• 1920’lerle 1930’ların başında uygulanan yerlileştirme politikaları, yani yerel halktan kişilerin Sovyet idaresi kadrolarına alınması;
• 1930’larda ulusal eğitim ve ulusal kadrolara dokunmadan yapılan sosyo-ekonomik dönüşümler;
• Her cumhuriyetin kendi sınırları içinde siyasi ulusçuluk gütmeyen etnodilsel kültürlerin oluşturulması;
• emperyal merkez-çevre ilişkileri;
• Gelenekçiliğin, yani geleneksel uygulamaların ve toplumsal yapıların ayakta kalması;
• Bölgeciliğin, yani Sovyet yönetimleriyle halk arasında kayırmacılık, himayecilik ve belli ölçülerde ulusal duygular ve ekonomik özgürlükler üzerine kurulu bağların geliştirilmesi;
• Yurtseverlik, yani SSCB’ye bağlı olmak kaydıyla yerel ulusçulukların desteklenmesi.(3)

Ekonomik ve kültürel baskının aracı ise göç politikalarıydı. Azınlıkta olan veya Moskova’ya muhalif etnik grupların çalışma kamplarına gönderilmeleri veya başka üretim alanlarına göç ettirilmeleri vasıtasıyla, ekonomik büyümenin sınıfsız bir şekilde gerçekleştirileceğine inanılıyordu. Üretim ve tüketim kanalları tamamen Moskova’nın kontrolü altındaydı. Bu şekilde, Sovyet Cumhuriyetleri’nin dışa açık ve kendi kendine yeten ekonomiler olması engellenmekteydi. Cumhuriyetler, üretim açısından birbirlerine bağımlı hale getirilmişlerdi. En fazla bir veya iki ürün üretiminde uzmanlaşmalarına izin verilmekteydi. Uzmanlaştıkları ürün karşılığında ihtiyaçlarını diğer cumhuriyetlerden sağlamaları da yine merkez tarafından belirlenen bir düzen çerçevesinde gerçekleşmekteydi.

Siyasi açıdan zorunlu göçler, merkez tarafından güvenilir bulunmayan etnik grupların yer değiştirmelerini ve onların yerine Rusça konuşan toplulukların getirilmesini öngörmekteydi. Böylece Moskova’nın güvenilir olarak tanımladığı etnik grupların genel nüfus içindeki oranları arttırılmaya çalışılıyordu. Zorunlu göçlerle birlikte, Sovyet yöneticileri, azınlık konumundaki etnik grupların, yönetim ve mülkiyet paylaşımından faydalanmalarını önlemekteydi. (4)

Stalin’in “1 etnik, 1 toprak” ilkesi kapsamında idari bölünme, 1936 yılında tamamlanmıştır. Bölünme içinde Türk toplulukları ayrı statü ve idari birimlere dağıtılarak, aralarındaki ayrım belirginleştirilmiştir. Ulus olarak kabul edilenler “devlet” yapısına sahip olurken, etnik köken olarak kabul edilenler, gelişmişlik düzeylerine göre cumhuriyet, özerk bölge (oblast) ve ulusal topraklar şeklinde örgütlendirildiler. Sovyetleştirme politikaları milliyetçiliği reddederken, yeni bir milliyetçilik başlatmıştır. Etnik kimlikleri idari yapılanma vasıtasıyla denetim altına almış ve ulusçuluğu Sovyet egemenliğine dahil etmiştir. Bu sayede toplumların ortak direnç göstermelerine yardım edecek ortak değer üretmelerinin önüne geçilmiştir. (5)

Sovyetler Birliği döneminde uygulanan baskılar, 1989’da Gorbaçov’un Glastnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarıyla değişime uğramıştır. Gorbaçov’un amacı, yozlaşmakta olan ekonominin serbest piyasa sistemine geçerek yeniden canlanması ve dışa açılmasıydı. Aynı zamanda demokratikleşmeye önem verilmesi, altmış yıldan fazla bir süre baskı altında tutulan etnik ve milli kimliklerin tekrar su yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Siyasi elitler ve bilim adamları tarafından halka milliyetçilik aşılanırken, SSCB de dağılma işaretleri vermeye başlamıştı.


Bağımsızlıklarını ilan eden devletlerin ekonomik anlamda karşılaştıkları bir diğer sorun, üretim yapılarıyla ulusal ihtiyaçları arasında ciddi bir fark olduğuydu. Örneğin Özbekistan, SSCB’nin pamuk ihtiyacının %65’ini karşılarken, bu üretim Slav cumhuriyetlerinin tekstil sektörünün gelişmesi için kullanılmaktaydı. Diğer yandan Moskova, stratejik gördüğü sektörlerde etnik kontrol de sağlamaktaydı. Günümüzde Tataristan’daki savunma sanayiinde çalışan uzmanların çoğunluğu hâlâ daha Rus’tur.

SSCB’nin yıkıldığı ve yeni bağımsız devletlerin ortaya çıktığı Soğuk Savaş sonrası uluslar arası konjonktüründe, devletler arasında liberal ekonomilerin gelişmesine, ekonomik bütünleşme girişimlerine ve bölgesel piyasaların yaratılmasına tanık olmaktayız. Ekonomik ve kültürel açıdan devletlerin birbirlerine çok benzeyen yönleri yanında, tamamen farklılaştıklarını da görmekteyiz. (6) Yeni bağımsız olan devletler, yeni düzene ne şekilde uyum sağladılar ya da sağlayabildiler mi?

SSCB Sonrası Ekonomik ve Siyasi Dönüşüm

Bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde bölge devletlerin bütünleşmelerini teşvik eden en önemli faktör, Rusya’nın etkisine girmemek amacıydı. Bütünleşme hareketleriyle bağımsızlıklarını güçlendirmenin yanında, diğer devletlerle eşit statü kazanmak amacı da yer almaktadır. Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne (ECO) Türkiye’nin teşvikiyle üye olmaları bu amaca hizmet etmektedir. 1991 yılında kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) de benzer şekilde Rusya’ya eşit devletler olduklarını göstermek ve kabul ettirmek amacını taşımaktaydı. Kendi enerji kaynaklarını uluslar arası pazarlara ulaştıracak Türkiye ve İran gibi devletlerle işbirliği ortamında bulunarak, Rusya’ya olan bağımlılıklarını hızlı bir şekilde azaltmak istemişlerdir. (7)

Bölge devletlerinin altın, petrol ve doğalgaz kaynaklarının yanında, nükleer enerji üretiminde gereken stratejik mineraller açısından zengin olması, yabancı yatırımcıları bölgeye çekmektedir. Avrupa Birliği’nin TACİS, TRACECA ve INOGATE programları ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın yardımlarıyla, teknik donanım ve altyapı çalışmalarında, bölge devletlerinin kalkınması için finans desteği sağlanmaktadır. Sovyet döneminde ihtiyaçlara uygun üretim yapılmaması ve sanayi yatırımlarının belli merkezlerde belli ürünlerde gelişmişliği, bağımsızlık sonrasında, kapalı ekonomiden açık ekonomiye dönüşümlerinde sorunlar yaratmıştır. Hızlı bir geçiş sürecine maruz kalan bu devletler, fakirlik, yozlaşma, uyuşturucu ticareti gibi problemlerle baş etmek zorunda kalmışlardır.

Eski Sovyet Cumhuriyetleri, demokratikleşmeden önce ulus-kimlik bilinci yaratma ve devlet inşasına öncelik vermişlerdir. Bunda elbette Sovyet devlet geleneğinin bir anda terk edilememesi ve Sovyet döneminde iktidarda olan siyasi elitlerin bağımsızlık sonrasında da yönetimde kalmalarının önemli rolü vardır. Bağımsızlık sonrasında, yöneticiler iktidarı kaybetmemek için rejimi başkanlık şekline dönüştürme ve temsilin önemli bir aracı olan parlamentoların rollerini azaltma yönünde bir tavır sergilemişlerdir. Çok partili bir sistem olmadığı gibi, seçim dönemlerinde hâlâ tam bir demokratik sistem görülememektedir. Nomenklatur olarak adlandırılan siyasi elitler, bağımsızlık sonrasında söylemlerini değiştirmiş olsalar da, siyasi tutumları Sovyet döneminden kalma baskıcı ideolojinin devam ettiğini göstermektedir.(8)

Komünist ideolojinin terk edildiği yeni devlet yapılanmalarında, serbest piyasa ekonomisini benimseyen “laik otoriter” yönetimlere rastlamaktayız. Otoriter yapılandırmaları sebebiyle, uluslar arası sistem tarafından insan haklarına, BM Antlaşmaları’na ve AGİT prensiplerine saygıya davet edilen devlet yöneticileri, kendilerini şu şekilde savunmaktadırlar: “komünist totalitarizmden liberal demokrasiye geçişte, iç dengeler göz önünde bulundurulduğunda, istikrarın sağlanması ve ülkenin bir arada tutulması, otoriter yönetimi gerekli kılmaktadır”. (9) Burada iç dengelerden kastedilen, bölgesel ve küresel devletlerin Hazar Havzası’nda giriştikleri nüfuz mücadelelerin Türkî Cumhuriyetlerinin iç politikalarına etkisi, bölge devletleri arasında güvensizliğin sebep olduğu silahlanma yarışı, fakirlik ve yozlaşma, uyuşturucu ticareti ve organize suçlardır. Bunların yanında etnik çatışmaların sıklıkla yaşandığı bölgede, otoriter yönetimler kurtarıcı olarak görülmüştür.

Sovyetleştirme politikaları karşısında toplulukları bir arada tutan en önemli etken İslam dini olarak karşımıza çıkmaktadır. Bağımsızlık sonrasında da birleştirici bir unsur, bireysel ve cemaat kimliği açısından siyasal bir araca dönüşmüştür. Ulusal kimlikler yaratılırken, yöneticiler bir yandan da ulusal sınırların korunmasına ve sınırlar dâhilinde halkın bir arada barış içinde yaşamasına yönelik olarak, İslam’dan faydalanmışlardır. Dolayısıyla bölgedeki din ile milliyetçiliğin birlikte var olduklarını söyleyebiliriz. Milliyetçiliğin en önemli ayağını dil politikaları oluşturmaktaydı. Ulusal dillerin gelişmesi ve kullanımını yaygınlaştırılması için alfabe değişime kadar varan reformlar yapılmıştır.

Ulus algısını geliştirmek için, bayrak, marş, özel günler, köken efsaneleri, tarihsel ve kültürel simgelerin canlandırılışı, kurum ve yer adlarının değiştirilmesi gibi reformlar da yapılmıştır. Öncelik, Sovyet kimliğinden kopmak ve ulusu bir arada tutacak aidiyet duygusunu yaratmaktır. Bağımsızlık sonrasında etnik temelli ulus inşasının, demokratikleşme ve insan hakları alanlarında olumsuz sonuçları olabileceği görülmektedir. Farklıları tehdit olarak algılayan yönetimler, dışlama veya asimilasyon politikaları üretmektedirler. Ulus algısı yaratma sürecinde, yönetimler gerek iç dengelerden, gerekse uluslar arası gelişmelerden nasıl etkilenmektedir?

Ulus ve Kimlik Algısı

SSCB döneminden önce kendilerini kabileye, aileye, boya aidiyetleriyle tanımlayan Türk toplumlarında, tam bir ulus algısının mevcut olduğunu söylemek zordur. Göç politikaları sonucunda tüm topluluklar iç içe geçmiş ve ulus algısı karmaşık bir yapı almıştır. (10)Bağımsızlık sonrasında, kurulan otoriter devlet yapıları, hem ulus algısı yaratmak hem de ulusu bir arada tutmak için çabalamaktadır. Ancak hem iç içe geçmişlik, hem de tüm yeni bağımsız devletlerde Rus azınlıkların varlığı, ulusal kimlik yaratma sürecinde sıkıntı yaratmaktadır.

Ulus algısı yaratma sürecinde, iç dengelerden ve dış gelişmelerden kaynaklanan sorunlar mevcuttur. Öncelikle iç dengelere bakarsak, yönetimlerin ulusu “biz” yapan değerleri üretmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Ancak, bu değerlerin üretilme aşamalarında, gerek eskiden kalma Rus kültür izlerini silmek açısından, gerekse kendi topraklarında kalan Rus azınlıkların varlığından dolayı, zorluklar yaşanmaktadır. Rus kültürünün izleri, daha önce de bahsi geçen, dil, alfabe reformları ve efsaneleri canlandırmak suretiyle silinmeye çalışılmaktadır. Ancak Rus azınlıklar, Rusya’nın bu ülkelerin iç işlerine karışması için önemli bir koz olarak kullanılmaktadır. Örneğin, Kazakistan’da (nüfusun %35’i Rus) ve Kırgızistan’da (%20’lik Rus nüfus) Rusçanın ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi ve eğitim dili olarak kullanılması, Rusya tarafından bu ülkelere kabul ettirilmiştir. (11) Bunun yanında Kazakistan’da yaşayan Rus milliyetçileri de ülkenin kuzey topraklarının Rusya’ya bırakılması gerektiğini savunmaktadırlar.

Sovyetleştirme politikaları kapsamında gerçekleştirilen göç politikaları sonucunda, Türkî Cumhuriyetleri’nde diğer Türk toplumlarına ait azınlıklar da bulunmaktadır. Tacikistan’da ve Kırgızistan’da önemli sayılarda Özbek yaşarken, Özbekistan’da da Tacikler ve Kazaklar yaşamaktadır. Her ne kadar bağımsızlık kazanımları sırasında sınırların tanındığı ilan edilmiş olsa da, bu azınlıkların toprak taleplerine sebep olabileceği göz önünde bulundurulmaktadır. Örneğin, Özbekistan dışında yaşayan Özbekler, etnik bağlardan ve Özbekistan’ın ekonomik büyümesinden dolayı, yaşadıkları bölgelerin Özbekistan’la birleştirilmesini savunmaktadırlar. (12)

Sovyetler döneminde dil üzerine inşa edilen uluslaşma süreci, günümüzde Türkî Cumhuriyetler tarafından uygulanmaktadır. Kimlik ve aidiyet sorunlarını çözmek kapsamında özellikle dil ve kültür alanlarındaki çalışmalar, hem Rusların hem de diğer Türkî Cumhuriyetlerin “ötekileştirilmesi” sonucunu doğurmaktadır. Bu aşama azınlıklar ve birbirlerinden toprak talebi olan ve etnik çatışmalara giren devletler açısından oldukça tehlikeli bir süreç yaşanmaktadır.

Bu devletlerdeki bir diğer sorun, ulus altı ve ulus üstü aidiyetlerin var olmasıdır. Kabilecilik geleneğinden gelen devletlerde, yöneticilerin de belli boy ve kabilelerden gelmesi, toplumun bütünleşmesini engellemektedir. Ulusu bir arada tutmak için, bağımsızlıklarının ilk yıllarında İslam dinini kullanan yöneticiler, hem yönetimlerini meşrulaştırarak toplumda ortak payda yaratmak hem de diğer Müslüman ülkelerle ilişkilerini geliştirmek istemişlerdir.(13) Günümüzde ise dinin etkisini giderek sınırlandırmaya çalışılmaktadırlar. Uluslaşma teorilerinin, batıdaki gibi orta sınıf aydınlar tarafından yapılmıyor olması da, milli aidiyet algısının yerleşmesinin önündeki bir diğer engeldir. Günümüzde, Türk Cumhuriyetlerinin yöneticileri, SSCB döneminde de iktidarda olan siyasal elitlerdir. Bunun yanında ekonomik kalkınma sorunları da uluslaşma sürecinde zorluklar yaşanmasına sebep olmaktadır.

Uluslar arası sistemden kaynaklanan sorunlara geldiğimizde ise, küreselleşmenin olumlu ve olumsuz etkilerine bir arada tanık olmaktayız. Küreselleşmeden kaynaklanan karşılıklı bağımlılık ilişkileri ve liberal kalkınma modelleri, ülkeleri dış etkilere daha açık bir hale getirmektedir. Ulusal sanayinin, ulusal kültürün oluşmadığı bir ortamda uluslar arası şirketlerin ülkeye girmesi, algıların karmaşıklaşmasına neden olmaktadır; ancak aynı zamanda, yabancı unsurların ülkelere girmesiyle, insan hakları ve demokratikleşme konularında katkı sağlayabilmektedir. Farklılıkların ön plana çıktığı yeni düzende, aidiyet problemleriyle baş etmeye çalışan bölge devletleri için ulusal birlik kurmak zorlaşmaktadır. (14)

Notlar:
1. Erol KURUBAŞ, SSCB Sonrası Türk Cumhuriyetleri’nde Yeni Uluslaşma Süreçleri Üzerine Bir Değerlendirme, Uluslar arası Hukuk ve Politika, Cilt 2, no:5, 2006, s 119
2. Özgün Erler, Bağımsızlık Sonrası Orta Asya Devletlerinde Milliyetçilik, Stratejik Öngörü, sayı 11, s 135
3. Erol Kurubaş, op. cit.,s 120
4. Andrei Korobkov, Sovyet Sonrası Göç Hareketlerinin Oluşumunda Etnik ve Mesleki Etkenler, Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna (ed.) Erhan Büyükakıncı, Phoneix Yayınları, İstanbul, 2004, s 77-80
5. Erol Kurubaş, s 120
6. İsa Öğdünr, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde Bütünleşme ve İran’ın Bölge Politikası, Stratejik Öngörü
7. İbid.
8. Thierry Kellner, “Evolution des régimes en Asie Centrale: dérive autoritaire, violences    politiques et perpectives incertaines, http://www.diploweb.com
9. Mustafa Aydın, New Geopolitics of Central Asia and the Caucasus: Causes of    Instability and Predicament, SAM Papers, s 12
10. ibid.
11. Erol Kurubaş, op.cit.
12. Mustafa Aydın, op.cit.
13. ibid.
14. Erol Kurubaş, op.cit

Aslıhan P. TURAN

Bookmark and Share

Yorum bırakın